Zümrüt Kılıçta Altın Yansımalar

Star InactiveStar InactiveStar InactiveStar InactiveStar Inactive
 
Sultan_IIIMurad_Divani_Kitabi_16yy.jpgLemi Özgen- On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu. Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti. Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, ‘’hep söyledim sana, altın nazlı bir sevgili gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.

Delikanlının adı Selim’di. Yıl 1487 idi ve Selim, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacaktı.

NEHİR KIYISINDAN BÜYÜK ÇARŞIYA
Oracıkta, köpüklü girdaplar yaratan nehrin haşin dalgalarının yüzyıllardır aşındıra aşındıra öğütüp kum haline getirdiği eski kayaların arasında bir yerde öylece duruyordu. Kıyıdaki yabani söğütlerin, gümüş yapraklı iğde ağaçlarının arasından süzülüp geçen güneş ışıkları üstüne vurdukça sapsarı parlıyordu. Etrafını sanki yıldız ışıklı bir hale sarmıştı. Güneşin saatine göre kimi zaman ay ışığı sarısı, bazen kandil ışığı sarısı, bazen de bakır kızılı yansımalar yayıyordu ortalığa.
Onu ilk gören insan bir anda yıldırım çarpmışa döndü. Eline almaya korktu. Gözleri onun sapsarı ışıltılarından kamaştı ve bu gözler bir süre sonra artık ondan başka hiçbir şey göremez oldu. İnsanın tarih boyunca karşılaştığı en tutkulu, en tehlikeli aşk işte böyle başladı.

İnsanoğlu, daha sonraları adına “altın” diyeceği bu sarı madene sırılsıklam aşık oldu. Birazına bile sahip olabilmek için kan döktü, okyanuslar aştı, koskoca imparatorlukları yaktı yıktı.

Altının ve ona aşık olan insanoğlunun sınır tanımayan uzun yolculuğu işte böyle başladı. İspanyol fatihleri Güney Amerika’nın İnkalarını, Mayalarını, Azteklerini altın uğruna yok ettiler. California’da yüz binlerce insan bir avuç altın bulabilmek umuduyla dağları delik deşik etti. Transvaal’in madencileri yerin yedi kat diplerine indiler. Altın bir zenginlik, güç, iktidar, tanrısallık ve hatta bir ölümsüzlük simgesi olmuştu artık.

ALTININ TARİHTEKİ YOLCULUĞU
İnsanların bütün rüyalarını altın süslemeye başladı. Bu rüyalar, insanoğlunun uzak cennetlere yolculuk etme ihtirasını yansıtan efsanevi servet ve büyücülük ülkesi Kolkhis’e, masalsı altın ülke Eldorado’ya kadar uzandı. Ama altın, Altın Post’un peşine düşen Argonotlar’ın, zenginliği ve altın tutkusu dillere destan Lidya hükümdarı Kroisos’un, açgözlü kral Midas’ın ve daha birçoklarının yaşadıklarının da gösterdiği gibi, mutlulukla mutsuzluğu birlikte getirdi.
Altının insanlığa mutluluk vermesini sağlayanlar ise altın sanatçıları, yani kuyumcular oldu. Çünkü altını yerli yerinde kullanmayı bugüne kadar yalnızca akıl almaz bir zariflik ve çekicilikte eserler yaratmış olan kuyumcuların güzellik özlemi başardı. Altın, insanoğluna en büyük mutluluğu sanatın gücü aracılığıyla verdi.

Altının tarihteki yolculuğu baş döndürücü bir hızla sürdü. Cibola’nın Yedi Altın Kenti’nden, Yunan mitolojisinin Altın Çağı’ndan, Altın Yağmurlar’dan, Altın Elmalar’dan, Argonot’lardan, Firavun Mezarları’ndan, İbraniler’in Altın Buzağı’sından, Midas’ın Kulakları’ndan geçti.

Altın işleyen sanatçılar da tarihin bütün bu dönemeçlerinden geçtiler. Sonunda yolları adına İstanbul denilen “yedi tepeli” harika bir şehre düştü. O muhteşem şehrin üstü tümüyle kapalı, daracık yolları olan bir çarşısında buluştular. Küçücük dükkanlara girip, altına hayat vermeye başladılar.Altını öylesine ustalıkla işlediler ki, o kapalı çarşıdaki ağır hava altın tozlarıyla kaplandı .Örs ve çekiçlerinden çıkan yıldız sarısı kıvılcımlar, ortalığı ışıl ışıl aydınlattı. Onlar, yani altın işleme sanatçıları, adına Kapalıçarşı denilen bu dev çarşıyı aydınlattılar. “Kapalı kutu”, kuyumcuların altın yansımalarından kocaman bir ışık topu haline geldi. Kapalı kutu, baştan ayağa altın yansımasına büründü.

OSMANLILAR VE ALTIN
Dünyanın en esrarlı, en ulaşılmaz ve en büyüleyici madeni altın, dünyanın her yanında dolaşıp durdu ve Anadolu’ya da uğradı. Burada Hititler, Frigler, Urartular, Efesliler, Bizanslılar derken, Osmanlı İmparatorluğu ile de tanıştı. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler oldu. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edildi, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanıldı.

Osmanlılarda kuyumculuk, bizzat padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı oldu. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrendiler. Bu iki hükümdar daha sonra Osmanlı İmparatorluğu tahtına oturup kılıç kuşandıklarında onlar için, kuyumculukları da kastedilerek, ‘’Zümrüt kakmalı kılıçlarında, kuyumculuklarının altın yansımaları hareleniyordu’’ denildi.

Osmanlı mücevherlerinde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirildi. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den sağlandı.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.

Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de gösterdiler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Baş kuyumcusu’’ olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş.

Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.

Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini anlatıyor.

OSMANLI KADINI VE MÜCEVHER
Dünyanın bütün kadınları gibi, Osmanlı kadınları da altının ve mücevherin dayanılmaz çekiciliğine kapıldılar. Ama en çok da ‘’sorguç’’u sevdiler. Çünkü mücevherler arasında sadece sorguç, hem erkekler, hem de kadınlar tarafından kullanılıyordu. Padişah ve yüksek rütbeli devlet memurları ile en kudretli saray kadınları ile saray dışındaki kadınlar gün geliyor aynı çeşit sorguç takıyorlardı.

Böylece sorguç, hem gücü dolaysız olarak belirten bir ihtişam gösterisi, hem de onu takanın sosyal düzeyini belirten bir simge haline geliyordu ve her çağda, her yaşta, her toplumda, açık ya da kapalı hep ‘’biraz daha eşitlik’’ isteyen kadınlar için beğenilen bir takı oluyordu.

Günün birinde yolunuz İstanbul’a, Kapalı Çarşı’ya ya da Topkapı Sarayı’na uğrarsa, burada dünyanın en muhteşem mücevherlerine rastlayacaksınız. Lütfen şu zümrütlü kutuya biraz daha dikkatli bakın. Onda, on beş, on altı yaşlarındaki kırmızı yüzlü ve adı Selim olan bir gencin ellerinden bulaşmış altın tozu yansımalarını göreceksiniz.

Topkapı Sarayı’ndaki şu zümrütlü sorgucu da dikkatle izleyin lütfen. Sorgucun taşlarında, Haremdeki küçük cariye ‘’Dil-i Nergis Hatun’’un, biraz daha eşitlik uğruna gizli gizli akıttığı göz yaşlarını görebiliyor musunuz?
  

Facebook

Youtube